Haruki
Murakami takip ettiğim bloglardan ve kitap sitelerinden güzel yorumlar alan ve
ortalamanın üstünde beğeni kazanan bir yazar. Yazarın yazma sırasını
gözetmeksizin güvendiğim birkaç okuyucudan gelen yorumlara göre en iyileri
olduğunu düşündüğüm kitaplarından birini seçtim ve ilk toplu kitap alımımda
siparişi verdim. Sayfaların su gibi aktığı, satırların bana sığınak olduğu şu
günlerde İmkânsızın Şarkısı’na sıra geldi. Daha doğrusu uzun okuma listemden
adının bana gerilerden sessizce göz kırpmasından dolayı ön sıraya yerleşti.
Murakami okuduğum ilk Japon yazar olacaktı. Bu nedenle de biraz korkarak
başladım okumaya, dilinin ağır olma ihtimaline karşın kaygılarım vardı. 1Q84’ü
de görünce, kullanacak o kadar çok kelimeler biriktirmiş bir yazarın sayfa
sayısı olarak daha küçük kitaplarında kelimelerin daha yüklü olacağını düşündüm
nedense.
Başlarda
biraz ağır ilerledim. Anlatımın yalınlığı ve hikâyenin basitliği nedeniyle
zaman zaman “Acaba bir şeyleri anlamıyor muyum?” diye kendi kendimi
sorguladığım anlar olmadı değil. Hikâyenin tamamı bende çok yer edinemese de
bende iz bırakan satırları oldu.
“Ölüm yaşamın karşıtı
olarak değil, parçası olarak vardır.” Cümlesiyle bu kitaptaki derdini, karakterlerin
etrafında döndükleri olguyu özetliyor.
“ … Herkesle aynı şeyleri
okuyunca, ister istemez herkes gibi düşüneceksin. Bu da kabalık ve sıradanlık
olur.” Beni
tüm kitap boyunca en çok etkileyen kısımdı. Susuzluğumu gideremez şekilde
okumaya doyamadığım bugünlerde, okuyacaklarım konusunda seçicilik konusunda
kafa yorduğum bu dönemde, bana farkında olmadan peşinden sürükleneceğim bir
ışık tuttu Murakami.
“ Genelde, kendi başının
çaresine bakardı. Asla ne öğüt istedi ne de yardım. Bu gururundan değildi.
Böyle davranmayı normal bulduğundandı.” Naoko’nun ablasını anlattığı bu satırlarda kendi
ablamı buldum. Çok özlediğim ve her hareketini, her sözünü ve her imasını
zihnimde didik didik ederek anlam kazandırmaya çalıştığım ablamı… Zaman zaman
bizden uzak duruşlarına, kendi başına aldığı kararlara ve bizi onsuz bırakışına
çok doğru bir yaklaşımdı bu cümleler.
“… Böyle insanlar vardır.
Olağanüstü bir yeteneğe sahiptirler, ama onu değerlendirmeye yetecek enerjiden
yoksundurlar ve sonunda hep yeteneklerini ziyan ederler. … İnsan şaşar kalır.
Çok üstün birinin karşısında olduğunu sanır. Ama hepsi bu kadar. Asla daha
ileri gitmezler. Niçin? Çünkü devam edecek yüreklilik yoktur onlarda. Çünkü
asla çalışmaya zorlanmamışlardır. Şımartılmışlardır hep…” Kelimelerin boğazıma
dizildiği an… Belki dahi seviyesinde bir yeteneğim yok ama var olanı nasıl
harcadığımın yüzüme şiddetle çarptığı an…
“Kaderinden yakınma. Bunu
aptallar yapar.”
Nagasava, Vatanabe’ye aslında boşvermişliğinin arkasında yatan kaderciliği
göstermek istemişti. Sadece çabalamasını istiyordu. İnsanın elinde olmadan
başına gelen durumlar mutlaka vardır, bu durumlar karşısında takınılan tavır
önemli olan. Hikâyenin genelinden de anlıyoruz ki herkes güçlükler karşısında
dimdik ayakta duramıyor. Ya ben? Sorgulamadan edemiyor insan. Ne kadar
kaderciyim?
“Bir bisküvi kutusunun
içinde, her tür bisküvi vardır, sevdiklerin de, pek sevmediklerin de, öyle
değil mi? Ve insan sevdiğini önce yerse geriye pek sevmedikleri kalır sadece.
Ben kötü günler geçirdiğimde hep böyle düşünürüm işte. Şimdi bunu yaparsam,
sonrası daha kolay olur, derim kendi kendime. İnan bana yaşam bir bisküvi
kutusu gibidir.”
Bu cümleden sonra derin bir umutsuzluk hissettim ya benim kutum sevmediğim
bisküvilerle doluysa…
“Yaşayarak ölümü
besliyoruz.”
Üzerine söyleyecek söz yok…
”Gerçeğimiz ne olursa
olsun, sevdiğin birini yitirmenin kederi, onulmaz bir şey. Gerçek, içtenlik,
güç, tatlılık, hiçbir şey acıyı dindiremiyor ve bu acının ta sonuna dek
giderken, bizi yakalayacak olan bir dahaki keder dalgasına karşı hiç işimize yaramayacak
bir şey öğreniyoruz.” İlk bebeğimi kaybettiğimde üstesinden gelmek için çok uğraştım.
Ve ikinci defa bebek beklediğimi öğrendiğimde sanki daha güçlü hissediyordum
kendimi. Olumsuz bir şey olsa bile güya ben daha dayanıklıydım artık.
Bebeklerimi kaybettiğimde aslında ilkinde hiçbir şey öğrenmediğimi, daha güçlü
olmadığımı, aksine her kaybın beni daha da zayıf düşürdüğünü anladım. Benim
kelimelere dökemediğimi Murakami özetlemiş.
“Geri dönen her mevsim beni
ölenlerden biraz daha uzaklaştırıyordu.” Bunu hep biliriz de, dışarıdan duyunca yine de
kötü hissediyor insan kendini.
“Anlaşılan, insanların,
anlaşılmak istendiği için diye değil de zamanı geldiği için birbirini anlaması
gerektiğini sen de pek kavrayamamışsın.” Okuduğum kitapları bazen bitiremem, daha sonra
tekrar okumak için kitaplığımda beklemeye alırım. O kitabın, belki o yazarın zamanının
geleceğini düşünürüm. Aynı durumun insanlar için de geçerli olabileceğini
düşündürttü bu cümle.
Her
kitabın bir şarkısı vardır benim için. Bazen kitapta adı geçen bir şarkıdır bu,
bazen de o satırları okurken eşlik eden belli belirsiz kokunun çağrıştırdığı
notalardır.
Ve
11.Mart.2011 günü İngiltere’de Norwegian Wood ismiyle gösterime giren kitaptan
uyarlanmış film...
Kitaplardan
uyarlanmış filmlerde hayal kırıklığı yaşamaktan korkarım. Karakterler, mekânlar,
eşyalar kısacası her şey benim içimde ete kemiğe bürünmüştür. Filmde
hayallerime uymayan detayların olmasından ve içimde olgunlaştırdığımdan daha
vasat görüntülerle bir anlatım olması beni hüzünlendirir. O zaman anlarım ki
yazar ne hayaller kurdurmaya muktedirken, zaman zaman insanlar o hayalleri
başka bir sanat dalıyla yansıtmak için yeterli olamazlar. Bu durumun tam tersi
de olması mümkündür, ben henüz karşılaşmasam da…
İlk
Murakami satırlarımı bitirdim. Kitabın ortalarındayken birlikte ilk ve tek
kitabımız olacağını düşündüm. Bazı cümleleri hayatımın bu dönemine hitap edip
beni çekse de beni hayal kırıklığına uğrattığını söylemeliyim. Bir arkadaşımın
önerisiyle Sahilde Kafka’ya da şans tanımaya karar verdim. Kim bilir belki
benim de Murakami’yi anlamak için zamanım gelmemiştir.