Ekim ayı geldiğinde, yaz bitmiştir, sonbahar artık kendini göstermeye başlamıştır. Sarı,turuncu, kırmızı boyamıştır ağaçları, ormanları. Şehirde ne değişir ki mevsimlerle? İnsanların giydiklerinden anlarsınız mevsim geçişlerini eğer ağaç bulunan bir sokakta veya köşesinde park bulunan bir caddede oturacak kadar şanslı değilseniz. Son iki senenin demini almaya çalışırken ekim ilaç gibi yetişti. kendimi huzurlu hissettiğim, yenilendiğim, umutlandığım tek ay. Belki doğum günümü(1 ekim) de içinde barındırdığından bendeki yeri ayrıdır.
Sakinleştim, duruldum sanki... İçimde kopan fırtınalar ekim rüzgarında dağılmaya mı başladı yoksa? Hayatı, beni sorgulamalarım yavaş yavaş kendini eyleme geçme isteğine bıraktı. Hayat kendini yaprak misali rüzgara bırakamayacak kadar kısa ve aynı zamanda sabretmeye ne zaman başladığını unutacak kadar uzun.
Bugünlerde elimden kayıp gittiğini düşündüğüm günlerin peşine düştüm. Soluk almamacasına okuyorum, okumanın dışında yaptığım herşey boş ve yersiz geliyor. Mecburen çalışıyorum, ama kendimi çizgilerle ifade ettiğim mesleğim bu aralar bana hiç olmadığı kadar külfet geliyor. Geçtiğimiz sene malum nedenlerle kaçırmış olduğum yüksek lisans sınavına hazırlanmam gerekiyor bir yandan ve bir yandan da üds gibi ülkemize özgü garip kısaltmaların olduğu bir başka sınava. Ve düşünüyorum... Gerçekten istediğim bu mu? Bu meslekte yapacağım yüksek lisans beni mutlu edecek mi? Birkaç sene öncesine kadar yaptığım işte kazanç ve diğer faydalar ağırlıktayken artık bana ne kadar mutluluk verdiğini sorgular oldum. Bu meslekte devam edecek miyim? Yoksa o çılgınlık sayılan şeyi yapıp varolanları bir kenara koyup herşeye sıfırdan başlayarak yeni bir yol mu çizeceğim kendime? Var olan birikime bir tuğla daha ekleyip bir kat yükselmek mi daha mutlu edecek beni yoksa yeni maceramın temellerini atmak mı? Teşbihte hata olmaz denir ama yaptığım teşbih bile halihazırdaki mesleğimden geliyor. Ne yapmalı, ne etmeli ,kime sormalı?
***Resimler internetten alıntıdır.
8 Ekim 2012 Pazartesi
28 Eylül 2012 Cuma
İmkansızın Şarkısı
Haruki
Murakami takip ettiğim bloglardan ve kitap sitelerinden güzel yorumlar alan ve
ortalamanın üstünde beğeni kazanan bir yazar. Yazarın yazma sırasını
gözetmeksizin güvendiğim birkaç okuyucudan gelen yorumlara göre en iyileri
olduğunu düşündüğüm kitaplarından birini seçtim ve ilk toplu kitap alımımda
siparişi verdim. Sayfaların su gibi aktığı, satırların bana sığınak olduğu şu
günlerde İmkânsızın Şarkısı’na sıra geldi. Daha doğrusu uzun okuma listemden
adının bana gerilerden sessizce göz kırpmasından dolayı ön sıraya yerleşti.
Murakami okuduğum ilk Japon yazar olacaktı. Bu nedenle de biraz korkarak
başladım okumaya, dilinin ağır olma ihtimaline karşın kaygılarım vardı. 1Q84’ü
de görünce, kullanacak o kadar çok kelimeler biriktirmiş bir yazarın sayfa
sayısı olarak daha küçük kitaplarında kelimelerin daha yüklü olacağını düşündüm
nedense.
Başlarda
biraz ağır ilerledim. Anlatımın yalınlığı ve hikâyenin basitliği nedeniyle
zaman zaman “Acaba bir şeyleri anlamıyor muyum?” diye kendi kendimi
sorguladığım anlar olmadı değil. Hikâyenin tamamı bende çok yer edinemese de
bende iz bırakan satırları oldu.
“Ölüm yaşamın karşıtı
olarak değil, parçası olarak vardır.” Cümlesiyle bu kitaptaki derdini, karakterlerin
etrafında döndükleri olguyu özetliyor.
“ … Herkesle aynı şeyleri
okuyunca, ister istemez herkes gibi düşüneceksin. Bu da kabalık ve sıradanlık
olur.” Beni
tüm kitap boyunca en çok etkileyen kısımdı. Susuzluğumu gideremez şekilde
okumaya doyamadığım bugünlerde, okuyacaklarım konusunda seçicilik konusunda
kafa yorduğum bu dönemde, bana farkında olmadan peşinden sürükleneceğim bir
ışık tuttu Murakami.
“ Genelde, kendi başının
çaresine bakardı. Asla ne öğüt istedi ne de yardım. Bu gururundan değildi.
Böyle davranmayı normal bulduğundandı.” Naoko’nun ablasını anlattığı bu satırlarda kendi
ablamı buldum. Çok özlediğim ve her hareketini, her sözünü ve her imasını
zihnimde didik didik ederek anlam kazandırmaya çalıştığım ablamı… Zaman zaman
bizden uzak duruşlarına, kendi başına aldığı kararlara ve bizi onsuz bırakışına
çok doğru bir yaklaşımdı bu cümleler.
“… Böyle insanlar vardır.
Olağanüstü bir yeteneğe sahiptirler, ama onu değerlendirmeye yetecek enerjiden
yoksundurlar ve sonunda hep yeteneklerini ziyan ederler. … İnsan şaşar kalır.
Çok üstün birinin karşısında olduğunu sanır. Ama hepsi bu kadar. Asla daha
ileri gitmezler. Niçin? Çünkü devam edecek yüreklilik yoktur onlarda. Çünkü
asla çalışmaya zorlanmamışlardır. Şımartılmışlardır hep…” Kelimelerin boğazıma
dizildiği an… Belki dahi seviyesinde bir yeteneğim yok ama var olanı nasıl
harcadığımın yüzüme şiddetle çarptığı an…
“Kaderinden yakınma. Bunu
aptallar yapar.”
Nagasava, Vatanabe’ye aslında boşvermişliğinin arkasında yatan kaderciliği
göstermek istemişti. Sadece çabalamasını istiyordu. İnsanın elinde olmadan
başına gelen durumlar mutlaka vardır, bu durumlar karşısında takınılan tavır
önemli olan. Hikâyenin genelinden de anlıyoruz ki herkes güçlükler karşısında
dimdik ayakta duramıyor. Ya ben? Sorgulamadan edemiyor insan. Ne kadar
kaderciyim?
“Bir bisküvi kutusunun
içinde, her tür bisküvi vardır, sevdiklerin de, pek sevmediklerin de, öyle
değil mi? Ve insan sevdiğini önce yerse geriye pek sevmedikleri kalır sadece.
Ben kötü günler geçirdiğimde hep böyle düşünürüm işte. Şimdi bunu yaparsam,
sonrası daha kolay olur, derim kendi kendime. İnan bana yaşam bir bisküvi
kutusu gibidir.”
Bu cümleden sonra derin bir umutsuzluk hissettim ya benim kutum sevmediğim
bisküvilerle doluysa…
“Yaşayarak ölümü
besliyoruz.”
Üzerine söyleyecek söz yok…
”Gerçeğimiz ne olursa
olsun, sevdiğin birini yitirmenin kederi, onulmaz bir şey. Gerçek, içtenlik,
güç, tatlılık, hiçbir şey acıyı dindiremiyor ve bu acının ta sonuna dek
giderken, bizi yakalayacak olan bir dahaki keder dalgasına karşı hiç işimize yaramayacak
bir şey öğreniyoruz.” İlk bebeğimi kaybettiğimde üstesinden gelmek için çok uğraştım.
Ve ikinci defa bebek beklediğimi öğrendiğimde sanki daha güçlü hissediyordum
kendimi. Olumsuz bir şey olsa bile güya ben daha dayanıklıydım artık.
Bebeklerimi kaybettiğimde aslında ilkinde hiçbir şey öğrenmediğimi, daha güçlü
olmadığımı, aksine her kaybın beni daha da zayıf düşürdüğünü anladım. Benim
kelimelere dökemediğimi Murakami özetlemiş.
“Geri dönen her mevsim beni
ölenlerden biraz daha uzaklaştırıyordu.” Bunu hep biliriz de, dışarıdan duyunca yine de
kötü hissediyor insan kendini.
“Anlaşılan, insanların,
anlaşılmak istendiği için diye değil de zamanı geldiği için birbirini anlaması
gerektiğini sen de pek kavrayamamışsın.” Okuduğum kitapları bazen bitiremem, daha sonra
tekrar okumak için kitaplığımda beklemeye alırım. O kitabın, belki o yazarın zamanının
geleceğini düşünürüm. Aynı durumun insanlar için de geçerli olabileceğini
düşündürttü bu cümle.
Her
kitabın bir şarkısı vardır benim için. Bazen kitapta adı geçen bir şarkıdır bu,
bazen de o satırları okurken eşlik eden belli belirsiz kokunun çağrıştırdığı
notalardır.
İmkânsızın
Şarkısı’nın şarkısı tartışmasız; Norwegian Wood / Beatles
Ve
11.Mart.2011 günü İngiltere’de Norwegian Wood ismiyle gösterime giren kitaptan
uyarlanmış film...
Kitaplardan
uyarlanmış filmlerde hayal kırıklığı yaşamaktan korkarım. Karakterler, mekânlar,
eşyalar kısacası her şey benim içimde ete kemiğe bürünmüştür. Filmde
hayallerime uymayan detayların olmasından ve içimde olgunlaştırdığımdan daha
vasat görüntülerle bir anlatım olması beni hüzünlendirir. O zaman anlarım ki
yazar ne hayaller kurdurmaya muktedirken, zaman zaman insanlar o hayalleri
başka bir sanat dalıyla yansıtmak için yeterli olamazlar. Bu durumun tam tersi
de olması mümkündür, ben henüz karşılaşmasam da…
İlk
Murakami satırlarımı bitirdim. Kitabın ortalarındayken birlikte ilk ve tek
kitabımız olacağını düşündüm. Bazı cümleleri hayatımın bu dönemine hitap edip
beni çekse de beni hayal kırıklığına uğrattığını söylemeliyim. Bir arkadaşımın
önerisiyle Sahilde Kafka’ya da şans tanımaya karar verdim. Kim bilir belki
benim de Murakami’yi anlamak için zamanım gelmemiştir.
24 Eylül 2012 Pazartesi
Karar/Karasızlık/Kararlılık
Hayatımda kararsız kaldığım zamanlar o kadar çoktur ki ne bu
anların sayını bilirim ne de neden bu kadar kararsızlık çektiğimi hatırlarım.
Astrolojiye inanan burcun özelliği der, beni tanıyan senin tipik özelliğin der.
Kendimi bildim bileli birbiri arasında sarkaç gibi durmadan gidip gelebileceğim
2 hatta 3 konu bulabilirim. Bana hayat nedir diye sorsanız, kavşaklardan oluşan
bir yoldan başka bir şeyden ibaret değildir derim. Çoğu zaman da seçimi yapamam
etrafımı bıktırana kadar sorarım. O mu bu mu, bu mu o mu?
Yazdıklarımdan anlaşılmasın ki bir karar arifesindeyim.
Günlük, anlık kararlarım-kararsızlıklarım- dışında hayatımda çok büyük kararlar
vermem gereken bir dönem değil aslında. Sibel’in son yazısında yer verdiği bir
şiirdeki gibi: “Hiçbir şey yapmadan otur / Bahar gelir / Ve otlar kendiliğinden
büyür” İşte öyle oturasım, elimi hiçbir şeye sürmeyesim, günlerin, gecelerin,
mevsimlerin geçişini oturduğum yerden seyredesim var. Yapmaktan keyif aldığım,
ya da en azından tahammül edebildiğim şeyleri bile yapasım yok. Özellikle
insanlara karşı hiç toleransım yok. Bir bakışları, bir kelimeleri, en ufacık
bir hareketleri cinleri tepeme getirdiği gibi gitmelerine de tonlarca engel
koyabiliyor. Çekilmez bir haldeyim anlayacağın bugünlerde. Hani derler ya
lanet, nemrut…
Zaman zaman içinden çıkasım, kaçasım var bu durumdan, zaman
zaman da içine gömülesim, en derinine yerleşesim ve hiç çıkmayacakmış gibi
grilere boyanasım var. İşte bugünlerdeki kararsızlığım bu. Ne hayatın içine
girebiliyorum, ne de köşemde seyirci kalabiliyorum. İçimdeki karabasanları
yatıştırmayı başardığımda izlediğim haberlerle, yurdumda olanlarla tekrar
bürünüyorum siyahlara.
Tanju Okan yetişiyor imdadıma;
“Öyle sarhoş olsam ki / Bir daha ayılmasam / Her şey bir
rüya olsa / Unutarak uyansam”
Ama biliyorum ki unutamamak insana verilmiş en büyük
cezalardan biri…
Yaşadığım ikilemler böyle bir şey işte, bir yanım bundan önceki satırlarda olduğu gibi grilerde
kaybolurken bir yanım rengarenk kuşanmak istiyor dünyanın tüm renklerini...
Ellerimde hala sahip olduğum bir ömür var. Ne kadar
zamanımın kaldığını bilmediğim bir ömür… İşte bu gelgitler arasında yazık
ettiğim bir ömür… Yeterince çalışmadığımı, yazmadığımı, okumadığımı,
gezmediğimi, görmediğimi, sevmediğimi, sevilmediğimi, sevinemediğimi,
üzülemediğimi, doyasıya iliklerimde hissedercesine yaşayamadığımı düşündüğüm
bir ömür…
Bugünlerde oturup düşünüyorum… İstersen fırtına öncesi
sessizlik de, istersen yıkıcı bir hortum sonrası dağılmış evinde ne yapacağını
düşünen bir insanın çaresizliği de… Düşünüyorum ve düşünme zamanı uzadıkça
sabrımın sınırlarının zorlandığını hissediyorum. Delicesine bir şeyleri rayından
çıkarma, bir şeyleri de yoluna koymak isterken hareketsiz olduğumu ve
hareketlenmek için beklediğim şeyin ne olduğunu ve ne zaman geleceğini
bilememek sabrımı zorluyor.
Çok okuyucum yok biliyorum. Sesimi duyan çok insan yok. Ama
olur da yolun bu satırlardan geçerse bir ses ver belki beklediğim taşı atan sen
olursun…
1 Eylül 2012 Cumartesi
İsyan/Şükür
Bir yazım olsun istedim tarihi 1 Eylül olsun, açılan
yaralarıma kabuk bağlatsın, sonbaharın doğayı sarı-kızıla boyadığı gibi içime
hep bildiğim ama zaman zaman unuttuğum renkler katsın. Bu duygularla başladım
harflere dokunmaya, satırlara sığmaya çalışmaya…
Siyah tek rengim oldu son 2,5 aydır. Minik bebeklerimizi
henüz onlar 20 haftalıkken dünyaya getirdim ve ikisi de birer melek olup
gittiler. Bizi geldiklerinde nasıl neşeye, umuda, sevince boğdularsa giderken
onun kat be kat fazlası hüzne bırakıp minik ablalarının yanına gittiler.
Kelimelerin anlamsız kaldığı, konuşmanın yersiz olduğu ve kalabalıkların
yalnızlığı derinleştirdiği günler geçirdik ve geçirmeye devam ediyoruz. Zaman
ilaç derler ya, ilaç değil de sığınacak bir liman, belki tutunulacak son dal tarifi
imkansız acılar yaşarken… Hayat maalesef devam ediyor ve yaşamın ucundan
tutmazsak insan olduğumuzu, sorumluklarımızı, bizi sevenleri, yaşadıklarımızı,
yaşayacaklarımızı, umutlarımızı, sevgilerimizi, iyi ve kötü ne varsa bu dünyaya
ait unutmaya başlıyor insan. Unutmak bir yandan hafiflik getirirken omuzlara,
bir yandan bütün karanlığıyla çöküyor kalbimize. İstediğim unutmak değil çünkü…
Hiç olmadığı kadar hatırlamak istiyorum. Bebeklerimle geçirdiğim her anı,
onların her hareketini, bana kısa sürede tattırdıkları annelik duygusunu,
hiçbir olumsuzluğun yıkamadığı sadece onların verebildikleri umudu ve onların
dışında hiç kimsenin tattıramayacağı onlara sahip olduğum için ayrıcalıklı olduğum
duygusunu…
Olanları anlatmak beni zorluyor, kelimelere sandığımdan daha
yabancı olduğumu fark ediyorum denedikçe, sadece söylemek istediğim;
Şükrediyorum Allah’ıma beni 3 küçük meleğin annesi yaptığı için, onları bana
vererek beni hayat yolunda bambaşka bir insan haline getirdiği için,
yokluklarında eşimle aile olmanın ne demek olduğunu bize gösterip bizi
birbirimizle harmanladığı için…
16 Ağustos 2012 Perşembe
Aldım Başımı Gidiyorum...
her kelime yalan
her yürek vefasız
can üzgün, perişan
can suskun, kararsız
çek git diyor şeytan
git sessiz sedasız
ve gittiğin zaman
sanma ki ağlayıp sızlarlar ardından
ben bu dünyadan, dosttan düşmandan
aldım payımı gidiyorum
günahlarımla, sevaplarımla
aldım başımı gidiyorum
git gide yüreğime
ince bir sızı girse
gizli bir ateş beni
yaksa da gidiyorum
her duygu yıpranmış
her bakış anlamsız
can bıkmış usanmış
can çökmüş zamansız
çek git diyor şeytan
git sessiz sedasız
ve gittiğin zaman
sanma ki bir kal diyen çıkar ardından
Teşekkürler Melih Kibar/Çiğdem Talu, bu güzel müzik ve sözler için... Nasıl daha güzel anlatılabilir, nasıl daha iyi dile getirilebilir yolun sonuna geliş?
her yürek vefasız
can üzgün, perişan
can suskun, kararsız
çek git diyor şeytan
git sessiz sedasız
ve gittiğin zaman
sanma ki ağlayıp sızlarlar ardından
ben bu dünyadan, dosttan düşmandan
aldım payımı gidiyorum
günahlarımla, sevaplarımla
aldım başımı gidiyorum
git gide yüreğime
ince bir sızı girse
gizli bir ateş beni
yaksa da gidiyorum
her duygu yıpranmış
her bakış anlamsız
can bıkmış usanmış
can çökmüş zamansız
çek git diyor şeytan
git sessiz sedasız
ve gittiğin zaman
sanma ki bir kal diyen çıkar ardından
Teşekkürler Melih Kibar/Çiğdem Talu, bu güzel müzik ve sözler için... Nasıl daha güzel anlatılabilir, nasıl daha iyi dile getirilebilir yolun sonuna geliş?
9 Temmuz 2012 Pazartesi
Bazen...
Bazen insan ''ben iyiyim'' dediğinde gözlerinin içine bakıp ''iyi değilsin biliyorum'' diyecek birine çok ihtiyaç duyar.
Can Dündar
Can Dündar
26 Haziran 2012 Salı
Sustum...
"Sustum. Tuz basıp yaralarıma, ne kadar susulacaksa o kadar sustum! Bir çığlık kanıyor en derininde yüreğimin. Açmadım kimselere yüreğimi...! Hançeri sadece kendime sapladım ve sustum..."
Aşkın Gözyaşları Tebrizli Şems / Sinan Yağmur
21 Haziran 2012 Perşembe
Simsiyah...
Sözlerin bittiği, kelimelerin ufalandığı, harflerin teker teker çözülerek anlamsız işaretlere dönüştüğü yerdeyim...
8 Haziran 2012 Cuma
Bebeklerimizle ilk haftalarımız
Heyecanımızı kaldığım yerden 24.Şubat’tan sonrasını kısaca
anlatmak istiyorum. 2 gün sonra yaptığımız doğrulama testiyle artık hamileliğim
kesinlik kazanmıştı. Şimdi 2 hafta sonrasını yani 6.haftayı beklememiz
gerekiyordu doktor kontrolü için. Hamilelik dediğin aslında birçok bekleme alt
kümesinden oluşan büyük bir sabır kümesi gibi… 9.Mart günü doktorumuzun
kapısına dayandık, onu da bizim kadar sevinçli ve heyecanlı görmek ayrıca
güzeldi. O gün heyecanla belki kalp atışını da duyarız bebeğimizin diye
bekliyorduk. Bunun hakkında konuşurken doktorum kibarca uyardı bebeğiniz değil,
bebekleriniz… Haberi aldığımdan beri evde sürekli eşime “Bizim 3 tane bebeğimiz
olacak, ben biliyorum” dediğimden, ilk sorum; “Kaç tane?” oldu. Cevap çok net
değildi; “3 tane kese görünüyor ama henüz kalp atışlarını alamadığımız için
emin olamayız, belki hepsi belki ikisi belki biri yola devam eder…” Şaşkın,
düşünceli, sevinçli, en önemlisi birbirimizin elini sımsıkı tutarak mutlu
ayrıldık o akşam oradan. Üç küçük kese fotoğrafımızla birlikte…
Geçtiğimiz yıl yaşadığımız kaybımız nedeniyle bu sefer her
konuda daha dikkatli olmamı istedi doktorum. İlk işim şantiyeyi devretmek oldu.
Karnı burnunda bir şantiye şefi pek de verimli olamazdı. Bir de şantiye
koşulları düşünülecek olursa, hele de çoğul gebelik için uygun olan en son
yerlerden biriydi. Merkeze çekilen valiler gibi genel müdürüm beni de merkez
ofise çekti. 6-7 aylık yoğun şantiye döneminden sonra bu değişiklik bir anda
hayatımda geniş bir yer açtı. Bebeklerimizin haberi bile hayatımızı
değiştirmeye başlamıştı.
8.haftayı bitirip 9.haftaya girdiğimiz günlerde birden
sıkıntılar başladı, kanamam nedeniyle rutin takiplerin dışında incelemelere ve
ek ilaçlara ihtiyacımız olduğu ortaya çıktı. O an çok da korkutmadı bu durum
beni, daha sıkı takipte olmak fikri hoşuma bile gitti diyebilirim. Her ne kadar
karşılaştırma yapmak istemesem de geçen seneki hamileliğimde hiç sıkıntım
olmamasına rağmen olanlar beni bu sefer endişelendiriyordu ve sık takipler beni
rahatlatabilecek tek şeydi. Bu haftaki kontrollerde bebeklerimizin ikiz
olduğunu öğrendik. Diğer kesecik boştu. Her ikisinin de kalp atışlarını duyup
rahatladık (bir süreliğine de olsa).
10.haftaya girdiğimiz ilk günlerde (10+1) arkadaşımla Bağdat
Caddesinde geçirdiğimiz keyifli gün, karşılaştığım yoğun kanamayla kendimizi trafiğin
elverdiği hızla Zeynep Kamil’de bulmamızla sonuçlandı. Acil’de bulunan
doktorlar hemen hastaneye yatırmak istediler ama yoğun ısrarlarımla ve evde
yerimden kıpırdamayacağıma dair verdiğim sözlerle beni 10 günlük bir raporla
göndermeyi kabul ettiler. Normalde gebeliklerde tehlikeli dönem ilk üç ay
olarak belirtilir ve 12.haftadan sonra düşük ihtimalinin %1’in altına düştüğü
ve her geçen hafta daha da azaldığı bilinir. Benim geçen sene 23.haftada istatistiklerin
en rahat dönem olarak gösterdiği zamanlarda bebeğimi kaybetmem nedeniyle bu
sefer her gittiğim doktor daha dikkatli ve daha temkinli davranıyor hissettiğim
kadarıyla. O gün nöbetçi doktor da devlet hastanesinde böyle bir durumla daha
önce karşılaşmadığım için beni şaşırtan bir şekilde ne yapmam gerektiğini,
nelere dikkat etmem gerektiğini, önümüzdeki günlerde nelerle
karşılaşabileceğimi uzun uzun anlattı. Kendi doktorum da özel takibe başlamıştı
zaten. O yüzden doktorlar açısından kendimi oldukça şanslı görüyorum bu
dönemde, kimbilir belki de ufaklıkların şansıdır buJ 10.hafta ve
11.haftanın ilk günleri yatarak geçti. Bebeklerimizin sağlığı için her fırsatta
dua ederek, biraz kitap okuyarak biraz tv, biraz dvd, bolca korku ve endişeyle
geçti.
11.haftamızda sıkıntılarımız geçince doktor kontrolünde izin
de çıkınca 3 gün çalışma imkanım oldu. 12.haftaya detaylı kontrolümüzle
başladık. 2’li testimiz diğer doktorumuzla yapıldı. Kan testi malum nedenlerden
dolayı yapılamadı ama diğer tüm ölçümleri bebeklerimizin iyiydi. İlerleyen günlerde
tekrar başa döndük. Acilde gece nöbetleri ve ikinci rapor dönemi geldi. SGK’da
10 günden uzun rapor verilemiyor ayakta tedavilerde, bu nedenle rapor peşinde
de koşmanız gerekiyor bu gibi durumlarda. Her ne kadar yatmaya mahkum olsanız da
“ayakta” tedavi statüsüne giriyorsunuz. 13, 14, 15 ve 16. haftalarımız da
yatarak evde geçti.
17. haftada yine doktorumuzun kontrolünden sonra çalışmaya
karar verdim. Aslında bu kararı almak da çok zordu. Hiç kimse bu konuda görüş
bildirmedi. Doktorum dahil herkes senin kararın sen nasıl iyi hissedeceksen
öyle yap dedi. Uzun süre eve kapalı kalmak ve sürekli endişelerle boğuşmak
oldukça sıkmıştı canımı çalışmak istedim. Bu haftayı sorunsuz atlattık.
18.haftaya da çalışarak başladım. Tek sıkıntım öğleden sonra
2 gibi başlayan şiddetli bel ağrılarımdı. İnanılmaz bir ağrıydı ve oturmamı
nerdeyse imkansız hale getiriyordu. Eve kendimi zor atıp uzanıyordum. Tek iyi
gelen sırtüstü uzanmaktı. Trafiğe de kalmamak için işten erken çıkıyordum
biraz. Çalışmak iyi geliyordu. Evden çıkmak, işe yaradığımı bilmek… evde
yatarken yemek bile yapmaya kalkamıyordum. İnsan kendini yetersiz hissediyor,
ne yapacağını bilemiyor. O kadar keyif aldığım kitap okumak bile artık keyif
vermemeye başlamıştı.18+6. günümüzde tekrar başladı sıkıntılar. Acil doktor
koşturmaları ve sayısız iğneler…
29 Mayıs 2012 Salı
Bu güzel haberi aldığımızdan beri kendimle savaş veriyorum.
Bir yandan herkese duyurmak istiyorum bir yandan geçen sene yaşadığımız kaybı
düşündükçe dilim varmıyor anlatmaya, paylaşmaya... Hayatımda ilk defa bu kadar
nazarlardan korkar oldum. İçim kıpır kıpır, bir mucizeye şahitlik ediyor ve
diyorum ki her anını anlatmalıyım, yazmalıyım ama inanın bırakın net üzerinden
bir paylaşımı kimsenin okumadığı bir günlük bile tutamaz durumdayım. Korku,
endişe belki annelerin hiç yanından ayrılmayan yoldaşları, bir bebek
beklediğinizi öğrendiğiniz an hiç tahmin etmeyeceğiniz korkularla yüzleşmeye
başlıyorsunuz. Daha önce yaşadığınız herhangi bir kötü olay da bu durumu
körüklüyor ve sizin peşinizi bırakmıyor bir türlü. En azından bana olan bu...
Şu an yaşadıklarım öyle iki uçta gidip geliyor ki, bir yerden bu salınımı
kırmam gerek diye karar verdim. Bugün miladım olsun mu?
Uzun zaman oldu yazmayalı. Daha doğrusu geçtiğimiz yaz
içimdeki boşluğu az da olsa doldurabilmek için çıktığım blog yolculuğunda
bugüne kadar pek başarılı olamadım. Bir kez daha anladım ki, insan içinde
yaşadıklarını sindirmedikçe, onlarla yaşamayı öğrenmedikçe ne kendisine bir
faydası var ne de diğer insanlara. Ben kendi duygularımı tanımlayamazken,
yaşadıklarımın üzerimde bıraktığı izlerin nelere yol açacağını bilemezken
sizlerle bir şeyler paylaşmam oldukça zordu. Ya yüzeysel olacaktı
paylaşılanlar, ya da uzun zaman aralıklarında az paylaşımlarla sınırlı
kalacaktı. Benim yolum ikinci seçenekten geçti. Yazamadım, paylaşamadım,
anlatmadım. Ne desem bilemedim… Anlatacaklarım vardı, yazacaklarım, yazarken
içinde kaybolacağım kelimeler, yazdıkça uzayacak satırlarım ama hepsi kara
bulutların ardından geliyordu. Öyle olmasın istedim, yazdıklarım mutluluk
versin, hiç değilse az da olsa düşündürsün istedim. Ve durdum, bekledim… Şimdi
hazır mıyım? Siz karar verin…
24.Şubat.2012 şantiyeye gitmeden sabahtan yakın bir kliniğe
gidip kan verdim. Sonrasındaki 5 saat geçmek bilmedi. Sahadaki sorunlar,
5.bodrum katındaki ofisin soğukluğu ve insanı klostrofobik yapabilecek ışıksızlığı
bile o gün beni bunaltmadı. Sonucu beklerken bir yığın gereksiz detayla
oyalandım. Yine saatlerin akmayı reddettiği zamanlardandı. Öğlen arasında hemen
çıktım sonucu almaya. Oturdum elimdeki zarfla bir sandalyeye, sonuç ne olursa
olsun oturmanın en iyisi olduğunu düşünecek kadar da aklım başımdaymış.
Defalarca bu anı yaşamış biri olarak en azından sayıların ne ifade
edebileceğini kestirebiliyordum. Sonuç; oldukça yüksek bir rakam… Bebeğimiz geliyordu... Ardından
haberi bekleyen diğer iki kişi olan eşimi ve doktorumu aradım. Onlarla
konuşmaları sanki ben yapmadım. Haberi verdim ama onların dediklerini
hatırlamıyorum bile. Sadece eşimin sesinin titrediğini… Sonrası bulutların
üstünde gezen bir ben ve korkuların yere indirdiği diğer ben…
İlk adımı attım, sonrasını da ilerleyen günlerde yazmaya
devam edeceğim. Artık paylaşacak güzelliklerim, mucizelerim var…
17 Ocak 2012 Salı
Bembeyaz
Dün akşam 5 dk'lık yere 2,5 saatte gitme çilesine, katlanarak artan doğalgaz faturalarına ve bu sabah işe ciddi geç kalmama neden olmasına rağmen seviyorum bu beyazlığı. Bembeyaz bir İstanbul sabahına uyandık bugün... Penceremden manzara böyleydi bu sabah...
Ve arabanın çözülmesini beklerken sokağımız sabah sabah kartopu savaşımızın dekoru oldu. Evde kalıp pencereden bu güzellikleri doya doya bir fincan çay eşliğinde izlemek geçti içimden, sonra da yapılması gerekenler düştü aklıma birer birer. Sonuç; şantiyede kar içinde yuvarlanma hayalleri kuran mimar:)
Ve arabanın çözülmesini beklerken sokağımız sabah sabah kartopu savaşımızın dekoru oldu. Evde kalıp pencereden bu güzellikleri doya doya bir fincan çay eşliğinde izlemek geçti içimden, sonra da yapılması gerekenler düştü aklıma birer birer. Sonuç; şantiyede kar içinde yuvarlanma hayalleri kuran mimar:)
7 Ocak 2012 Cumartesi
Umutlar, başlangıçlar, kararlar, kararsızlıklar...
2012'yi çok bekledim… 2011’in tüm
sayfalarını doldurduğum ajandasını rafa kaldırdığımda beni bekleyen yeni
senenin satırlarına dokunmaya başladığımda, en azından ilk heyecanı bana iyi
geldi. İlk günlerimiz birbirimize alışmakla geçiyor. Tartıyoruz birbirimizi...
O benden emin değil, ben ondan... Birbirimizi acıtmadan sevebilecek miyiz
acaba? Ya da kolaylaştırabilecek miyiz birbirimizin yolunu bu sene?
Yeni seneye geçişim yine terazi
dengesizliğinde ve kararsızlığında oldu. Aldığım yeni yıl kararlarının yazılı
olduğu kâğıt yılın ikinci günü çöpü boyladı. Ardından yeni bir liste uçuşmaya
başladı aklımda, kendimle baş başa kaldığım her an. Aslında bugüne kadar
yaptığım hiçbir planı uygulamama müsaade etmeyerek bana plan yapmamam
gerektiğini öğretmiş olmalıydı hayat. Gerçekleştirebilmemin hayatın insafına
kalmış olduğu planlar yapmakla, hayatı geldiği gibi yaşamaya çalışarak
savrulmak arasında kalıverdim. Sibel’in karar sarkacına özenip benzer
bir alet aramaya koyuldum. Listeyi oluşturma aşamasında bile yaşadığım bu
kararsızlık iş uygulamaya geldiğinde kim bilir ne taşınmaz yük olacak yine… Okunacak
kitaplar, izlenecek filmler, yüksek lisans, şantiye mi beni yenecek ben mi onu
ve ve ve… Konular arttıkça kararsızlık katsayısı katlanarak tavan yapıyor.
Alamadığım kararların en zoru bebek
sahibi olmak konusundaydı. Geçen sene de çok isteyerek, tedavi görerek hamile
kalmıştım. Tamamlamak kısmet olmadı. Doğumdan sonra O’nu cennete uğurlarken,
ben bebeği kucağında olmayan bir anne olarak kalakaldım. O günden sonra hem
anneydim hem değildim. Arafta kaldım... İçimde öyle bir boşluk açıldı ki,
bildiğim, tanıdığım hiçbir şey bu boşluğu doldurmaya yetmiyor. Bu duyguyu yaşayan,
yaşamayan herkesin bir sözü vardı bu boşluk üzerine. Sabırla dinledim.
Çoğunlukla kendimi ifade edebilme telaşına girmedim. Beni anlamıyor olmalarıyla
da çok ilgilenmedim. Bir süre sonra beni boşluğumla baş başa bırakıp,
köşelerine çekildi herkes. Ben normale dönmüştüm ne de olsa. Artık boş gözlerle
bakmıyordum, işime dalmıştım, yeni hayaller kurmaya, eski defterleri kapatmaya
başlamıştım. Dışarıdan görünen manzara buydu. Her şey yoluna girdiğine göre boş
laflara artık gerek kalmamıştı. Bugünlerde yeni yeni aslında söylenenlerin bir
kısmının o kadarda boş olmadığını düşünmeye başladım. Yeni bir bebek, gideni
unutturamaz, yerini dolduramaz ama yarım kalan anneliğimi yaşatabilir bana…
Kendi küçük dünyasıyla benim ışığım olabilir… Evet artık bu fikir sıcak geliyor
gelmesine de yeni tedavi süreci korkutuyor bu sefer de… Her şeye yeniden
başlamak, sıfırdan tüm süreçlerden tekrar geçmekle baş edebilir miyim,
bilmiyorum. Vücuda yüklenen ilaçlar, istenen istenmeyen müdahaleler, beklemeler,
düşe kalka yürünen bir yol, boşa geçmiş sayılan zamanlar, hayal kırıklıkları ve
her şeye rağmen bitmeyen umutla beklemek… Ne dersin yapabilir miyim?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)