8 Ekim 2012 Pazartesi

Ekim Güzellemesi

Ekim ayı geldiğinde, yaz bitmiştir, sonbahar artık kendini göstermeye başlamıştır. Sarı,turuncu, kırmızı boyamıştır ağaçları, ormanları. Şehirde ne değişir ki mevsimlerle? İnsanların giydiklerinden anlarsınız mevsim geçişlerini eğer ağaç bulunan bir sokakta veya köşesinde park bulunan bir caddede oturacak kadar şanslı değilseniz. Son iki senenin demini almaya çalışırken ekim ilaç gibi yetişti. kendimi huzurlu hissettiğim, yenilendiğim, umutlandığım tek ay. Belki doğum günümü(1 ekim) de içinde barındırdığından bendeki yeri ayrıdır. 
Sakinleştim, duruldum sanki... İçimde kopan fırtınalar ekim rüzgarında dağılmaya mı başladı yoksa? Hayatı, beni sorgulamalarım yavaş yavaş kendini eyleme geçme isteğine bıraktı. Hayat kendini yaprak misali rüzgara bırakamayacak kadar kısa ve aynı zamanda sabretmeye ne zaman başladığını unutacak kadar uzun. 
Bugünlerde elimden kayıp gittiğini düşündüğüm günlerin peşine düştüm. Soluk almamacasına okuyorum, okumanın dışında yaptığım herşey boş ve yersiz geliyor. Mecburen çalışıyorum, ama kendimi çizgilerle ifade ettiğim mesleğim bu aralar bana hiç olmadığı kadar külfet geliyor. Geçtiğimiz sene malum nedenlerle kaçırmış olduğum yüksek lisans sınavına hazırlanmam gerekiyor bir yandan ve bir yandan da üds gibi ülkemize özgü garip kısaltmaların olduğu bir başka sınava. Ve düşünüyorum... Gerçekten istediğim bu mu? Bu meslekte yapacağım yüksek lisans beni mutlu edecek mi? Birkaç sene öncesine kadar yaptığım işte kazanç ve diğer faydalar ağırlıktayken artık bana ne kadar mutluluk verdiğini sorgular oldum. Bu meslekte devam edecek miyim? Yoksa o çılgınlık sayılan şeyi yapıp varolanları bir kenara koyup herşeye sıfırdan başlayarak yeni bir yol mu çizeceğim kendime? Var olan birikime bir tuğla daha ekleyip bir kat yükselmek mi daha mutlu edecek beni yoksa yeni maceramın temellerini atmak mı? Teşbihte hata olmaz denir ama yaptığım teşbih bile halihazırdaki mesleğimden geliyor. Ne yapmalı, ne etmeli ,kime sormalı?

***Resimler internetten alıntıdır.

28 Eylül 2012 Cuma

İmkansızın Şarkısı



Haruki Murakami takip ettiğim bloglardan ve kitap sitelerinden güzel yorumlar alan ve ortalamanın üstünde beğeni kazanan bir yazar. Yazarın yazma sırasını gözetmeksizin güvendiğim birkaç okuyucudan gelen yorumlara göre en iyileri olduğunu düşündüğüm kitaplarından birini seçtim ve ilk toplu kitap alımımda siparişi verdim. Sayfaların su gibi aktığı, satırların bana sığınak olduğu şu günlerde İmkânsızın Şarkısı’na sıra geldi. Daha doğrusu uzun okuma listemden adının bana gerilerden sessizce göz kırpmasından dolayı ön sıraya yerleşti. Murakami okuduğum ilk Japon yazar olacaktı. Bu nedenle de biraz korkarak başladım okumaya, dilinin ağır olma ihtimaline karşın kaygılarım vardı. 1Q84’ü de görünce, kullanacak o kadar çok kelimeler biriktirmiş bir yazarın sayfa sayısı olarak daha küçük kitaplarında kelimelerin daha yüklü olacağını düşündüm nedense. 

Başlarda biraz ağır ilerledim. Anlatımın yalınlığı ve hikâyenin basitliği nedeniyle zaman zaman “Acaba bir şeyleri anlamıyor muyum?” diye kendi kendimi sorguladığım anlar olmadı değil. Hikâyenin tamamı bende çok yer edinemese de bende iz bırakan satırları oldu.

“Ölüm yaşamın karşıtı olarak değil, parçası olarak vardır.” Cümlesiyle bu kitaptaki derdini, karakterlerin etrafında döndükleri olguyu özetliyor.

“ … Herkesle aynı şeyleri okuyunca, ister istemez herkes gibi düşüneceksin. Bu da kabalık ve sıradanlık olur.” Beni tüm kitap boyunca en çok etkileyen kısımdı. Susuzluğumu gideremez şekilde okumaya doyamadığım bugünlerde, okuyacaklarım konusunda seçicilik konusunda kafa yorduğum bu dönemde, bana farkında olmadan peşinden sürükleneceğim bir ışık tuttu Murakami.

“ Genelde, kendi başının çaresine bakardı. Asla ne öğüt istedi ne de yardım. Bu gururundan değildi. Böyle davranmayı normal bulduğundandı.” Naoko’nun ablasını anlattığı bu satırlarda kendi ablamı buldum. Çok özlediğim ve her hareketini, her sözünü ve her imasını zihnimde didik didik ederek anlam kazandırmaya çalıştığım ablamı… Zaman zaman bizden uzak duruşlarına, kendi başına aldığı kararlara ve bizi onsuz bırakışına çok doğru bir yaklaşımdı bu cümleler.

“… Böyle insanlar vardır. Olağanüstü bir yeteneğe sahiptirler, ama onu değerlendirmeye yetecek enerjiden yoksundurlar ve sonunda hep yeteneklerini ziyan ederler. … İnsan şaşar kalır. Çok üstün birinin karşısında olduğunu sanır. Ama hepsi bu kadar. Asla daha ileri gitmezler. Niçin? Çünkü devam edecek yüreklilik yoktur onlarda. Çünkü asla çalışmaya zorlanmamışlardır. Şımartılmışlardır hep…” Kelimelerin boğazıma dizildiği an… Belki dahi seviyesinde bir yeteneğim yok ama var olanı nasıl harcadığımın yüzüme şiddetle çarptığı an…

“Kaderinden yakınma. Bunu aptallar yapar.” Nagasava, Vatanabe’ye aslında boşvermişliğinin arkasında yatan kaderciliği göstermek istemişti. Sadece çabalamasını istiyordu. İnsanın elinde olmadan başına gelen durumlar mutlaka vardır, bu durumlar karşısında takınılan tavır önemli olan. Hikâyenin genelinden de anlıyoruz ki herkes güçlükler karşısında dimdik ayakta duramıyor. Ya ben? Sorgulamadan edemiyor insan. Ne kadar kaderciyim?

“Bir bisküvi kutusunun içinde, her tür bisküvi vardır, sevdiklerin de, pek sevmediklerin de, öyle değil mi? Ve insan sevdiğini önce yerse geriye pek sevmedikleri kalır sadece. Ben kötü günler geçirdiğimde hep böyle düşünürüm işte. Şimdi bunu yaparsam, sonrası daha kolay olur, derim kendi kendime. İnan bana yaşam bir bisküvi kutusu gibidir.” Bu cümleden sonra derin bir umutsuzluk hissettim ya benim kutum sevmediğim bisküvilerle doluysa…

“Yaşayarak ölümü besliyoruz.” Üzerine söyleyecek söz yok…

”Gerçeğimiz ne olursa olsun, sevdiğin birini yitirmenin kederi, onulmaz bir şey. Gerçek, içtenlik, güç, tatlılık, hiçbir şey acıyı dindiremiyor ve bu acının ta sonuna dek giderken, bizi yakalayacak olan bir dahaki keder dalgasına karşı hiç işimize yaramayacak bir şey öğreniyoruz.” İlk bebeğimi kaybettiğimde üstesinden gelmek için çok uğraştım. Ve ikinci defa bebek beklediğimi öğrendiğimde sanki daha güçlü hissediyordum kendimi. Olumsuz bir şey olsa bile güya ben daha dayanıklıydım artık. Bebeklerimi kaybettiğimde aslında ilkinde hiçbir şey öğrenmediğimi, daha güçlü olmadığımı, aksine her kaybın beni daha da zayıf düşürdüğünü anladım. Benim kelimelere dökemediğimi Murakami özetlemiş. 

“Geri dönen her mevsim beni ölenlerden biraz daha uzaklaştırıyordu.” Bunu hep biliriz de, dışarıdan duyunca yine de kötü hissediyor insan kendini.

“Anlaşılan, insanların, anlaşılmak istendiği için diye değil de zamanı geldiği için birbirini anlaması gerektiğini sen de pek kavrayamamışsın.” Okuduğum kitapları bazen bitiremem, daha sonra tekrar okumak için kitaplığımda beklemeye alırım.  O kitabın, belki o yazarın zamanının geleceğini düşünürüm. Aynı durumun insanlar için de geçerli olabileceğini düşündürttü bu cümle.


Her kitabın bir şarkısı vardır benim için. Bazen kitapta adı geçen bir şarkıdır bu, bazen de o satırları okurken eşlik eden belli belirsiz kokunun çağrıştırdığı notalardır.

İmkânsızın Şarkısı’nın şarkısı tartışmasız; Norwegian Wood / Beatles

Ve 11.Mart.2011 günü İngiltere’de Norwegian Wood ismiyle gösterime giren kitaptan uyarlanmış film...

Kitaplardan uyarlanmış filmlerde hayal kırıklığı yaşamaktan korkarım. Karakterler, mekânlar, eşyalar kısacası her şey benim içimde ete kemiğe bürünmüştür. Filmde hayallerime uymayan detayların olmasından ve içimde olgunlaştırdığımdan daha vasat görüntülerle bir anlatım olması beni hüzünlendirir. O zaman anlarım ki yazar ne hayaller kurdurmaya muktedirken, zaman zaman insanlar o hayalleri başka bir sanat dalıyla yansıtmak için yeterli olamazlar. Bu durumun tam tersi de olması mümkündür, ben henüz karşılaşmasam da…

İlk Murakami satırlarımı bitirdim. Kitabın ortalarındayken birlikte ilk ve tek kitabımız olacağını düşündüm. Bazı cümleleri hayatımın bu dönemine hitap edip beni çekse de beni hayal kırıklığına uğrattığını söylemeliyim. Bir arkadaşımın önerisiyle Sahilde Kafka’ya da şans tanımaya karar verdim. Kim bilir belki benim de Murakami’yi anlamak için zamanım gelmemiştir.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Karar/Karasızlık/Kararlılık


Hayatımda kararsız kaldığım zamanlar o kadar çoktur ki ne bu anların sayını bilirim ne de neden bu kadar kararsızlık çektiğimi hatırlarım. Astrolojiye inanan burcun özelliği der, beni tanıyan senin tipik özelliğin der. Kendimi bildim bileli birbiri arasında sarkaç gibi durmadan gidip gelebileceğim 2 hatta 3 konu bulabilirim. Bana hayat nedir diye sorsanız, kavşaklardan oluşan bir yoldan başka bir şeyden ibaret değildir derim. Çoğu zaman da seçimi yapamam etrafımı bıktırana kadar sorarım. O mu bu mu, bu mu o mu?

Yazdıklarımdan anlaşılmasın ki bir karar arifesindeyim. Günlük, anlık kararlarım-kararsızlıklarım- dışında hayatımda çok büyük kararlar vermem gereken bir dönem değil aslında. Sibel’in son yazısında yer verdiği bir şiirdeki gibi: “Hiçbir şey yapmadan otur / Bahar gelir / Ve otlar kendiliğinden büyür” İşte öyle oturasım, elimi hiçbir şeye sürmeyesim, günlerin, gecelerin, mevsimlerin geçişini oturduğum yerden seyredesim var. Yapmaktan keyif aldığım, ya da en azından tahammül edebildiğim şeyleri bile yapasım yok. Özellikle insanlara karşı hiç toleransım yok. Bir bakışları, bir kelimeleri, en ufacık bir hareketleri cinleri tepeme getirdiği gibi gitmelerine de tonlarca engel koyabiliyor. Çekilmez bir haldeyim anlayacağın bugünlerde. Hani derler ya lanet, nemrut…

Zaman zaman içinden çıkasım, kaçasım var bu durumdan, zaman zaman da içine gömülesim, en derinine yerleşesim ve hiç çıkmayacakmış gibi grilere boyanasım var. İşte bugünlerdeki kararsızlığım bu. Ne hayatın içine girebiliyorum, ne de köşemde seyirci kalabiliyorum. İçimdeki karabasanları yatıştırmayı başardığımda izlediğim haberlerle, yurdumda olanlarla tekrar bürünüyorum siyahlara.

Tanju Okan yetişiyor imdadıma;
“Öyle sarhoş olsam ki / Bir daha ayılmasam / Her şey bir rüya olsa / Unutarak uyansam”
Ama biliyorum ki unutamamak insana verilmiş en büyük cezalardan biri…

Yaşadığım ikilemler böyle bir şey işte, bir yanım bundan önceki satırlarda olduğu gibi grilerde kaybolurken bir yanım rengarenk kuşanmak istiyor dünyanın tüm renklerini...

Ellerimde hala sahip olduğum bir ömür var. Ne kadar zamanımın kaldığını bilmediğim bir ömür… İşte bu gelgitler arasında yazık ettiğim bir ömür… Yeterince çalışmadığımı, yazmadığımı, okumadığımı, gezmediğimi, görmediğimi, sevmediğimi, sevilmediğimi, sevinemediğimi, üzülemediğimi, doyasıya iliklerimde hissedercesine yaşayamadığımı düşündüğüm bir ömür…

Bugünlerde oturup düşünüyorum… İstersen fırtına öncesi sessizlik de, istersen yıkıcı bir hortum sonrası dağılmış evinde ne yapacağını düşünen bir insanın çaresizliği de… Düşünüyorum ve düşünme zamanı uzadıkça sabrımın sınırlarının zorlandığını hissediyorum. Delicesine bir şeyleri rayından çıkarma, bir şeyleri de yoluna koymak isterken hareketsiz olduğumu ve hareketlenmek için beklediğim şeyin ne olduğunu ve ne zaman geleceğini bilememek sabrımı zorluyor.

Çok okuyucum yok biliyorum. Sesimi duyan çok insan yok. Ama olur da yolun bu satırlardan geçerse bir ses ver belki beklediğim taşı atan sen olursun…

1 Eylül 2012 Cumartesi

İsyan/Şükür


Bir yazım olsun istedim tarihi 1 Eylül olsun, açılan yaralarıma kabuk bağlatsın, sonbaharın doğayı sarı-kızıla boyadığı gibi içime hep bildiğim ama zaman zaman unuttuğum renkler katsın. Bu duygularla başladım harflere dokunmaya, satırlara sığmaya çalışmaya…

Siyah tek rengim oldu son 2,5 aydır. Minik bebeklerimizi henüz onlar 20 haftalıkken dünyaya getirdim ve ikisi de birer melek olup gittiler. Bizi geldiklerinde nasıl neşeye, umuda, sevince boğdularsa giderken onun kat be kat fazlası hüzne bırakıp minik ablalarının yanına gittiler. Kelimelerin anlamsız kaldığı, konuşmanın yersiz olduğu ve kalabalıkların yalnızlığı derinleştirdiği günler geçirdik ve geçirmeye devam ediyoruz. Zaman ilaç derler ya, ilaç değil de sığınacak bir liman, belki tutunulacak son dal tarifi imkansız acılar yaşarken… Hayat maalesef devam ediyor ve yaşamın ucundan tutmazsak insan olduğumuzu, sorumluklarımızı, bizi sevenleri, yaşadıklarımızı, yaşayacaklarımızı, umutlarımızı, sevgilerimizi, iyi ve kötü ne varsa bu dünyaya ait unutmaya başlıyor insan. Unutmak bir yandan hafiflik getirirken omuzlara, bir yandan bütün karanlığıyla çöküyor kalbimize. İstediğim unutmak değil çünkü… Hiç olmadığı kadar hatırlamak istiyorum. Bebeklerimle geçirdiğim her anı, onların her hareketini, bana kısa sürede tattırdıkları annelik duygusunu, hiçbir olumsuzluğun yıkamadığı sadece onların verebildikleri umudu ve onların dışında hiç kimsenin tattıramayacağı onlara sahip olduğum için ayrıcalıklı olduğum duygusunu…

Olanları anlatmak beni zorluyor, kelimelere sandığımdan daha yabancı olduğumu fark ediyorum denedikçe, sadece söylemek istediğim; Şükrediyorum Allah’ıma beni 3 küçük meleğin annesi yaptığı için, onları bana vererek beni hayat yolunda bambaşka bir insan haline getirdiği için, yokluklarında eşimle aile olmanın ne demek olduğunu bize gösterip bizi birbirimizle harmanladığı için…

16 Ağustos 2012 Perşembe

Aldım Başımı Gidiyorum...

her kelime yalan
her yürek vefasız
can üzgün, perişan
can suskun, kararsız

çek git diyor şeytan
git sessiz sedasız
ve gittiğin zaman
sanma ki ağlayıp sızlarlar ardından

ben bu dünyadan, dosttan düşmandan
aldım payımı gidiyorum
günahlarımla, sevaplarımla
aldım başımı gidiyorum

git gide yüreğime
ince bir sızı girse
gizli bir ateş beni
yaksa da gidiyorum

her duygu yıpranmış
her bakış anlamsız
can bıkmış usanmış
can çökmüş zamansız

çek git diyor şeytan
git sessiz sedasız
ve gittiğin zaman
sanma ki bir kal diyen çıkar ardından

Teşekkürler Melih Kibar/Çiğdem Talu, bu güzel müzik ve sözler için... Nasıl daha güzel anlatılabilir, nasıl daha iyi dile getirilebilir yolun sonuna geliş?

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Bazen...

‎Bazen insan ''ben iyiyim'' dediğinde gözlerinin içine bakıp ''iyi değilsin biliyorum'' diyecek birine çok ihtiyaç duyar.
Can Dündar



26 Haziran 2012 Salı

Sustum...

"Sustum. Tuz basıp yaralarıma, ne kadar susulacaksa o kadar sustum! Bir çığlık kanıyor en derininde yüreğimin. Açmadım kimselere yüreğimi...! Hançeri sadece kendime sapladım ve sustum..."


Aşkın Gözyaşları Tebrizli Şems / Sinan Yağmur



21 Haziran 2012 Perşembe

Simsiyah...



Sözlerin bittiği, kelimelerin ufalandığı, harflerin teker teker çözülerek anlamsız işaretlere dönüştüğü yerdeyim...

8 Haziran 2012 Cuma

Bebeklerimizle ilk haftalarımız


Heyecanımızı kaldığım yerden 24.Şubat’tan sonrasını kısaca anlatmak istiyorum. 2 gün sonra yaptığımız doğrulama testiyle artık hamileliğim kesinlik kazanmıştı. Şimdi 2 hafta sonrasını yani 6.haftayı beklememiz gerekiyordu doktor kontrolü için. Hamilelik dediğin aslında birçok bekleme alt kümesinden oluşan büyük bir sabır kümesi gibi… 9.Mart günü doktorumuzun kapısına dayandık, onu da bizim kadar sevinçli ve heyecanlı görmek ayrıca güzeldi. O gün heyecanla belki kalp atışını da duyarız bebeğimizin diye bekliyorduk. Bunun hakkında konuşurken doktorum kibarca uyardı bebeğiniz değil, bebekleriniz… Haberi aldığımdan beri evde sürekli eşime “Bizim 3 tane bebeğimiz olacak, ben biliyorum” dediğimden, ilk sorum; “Kaç tane?” oldu. Cevap çok net değildi; “3 tane kese görünüyor ama henüz kalp atışlarını alamadığımız için emin olamayız, belki hepsi belki ikisi belki biri yola devam eder…” Şaşkın, düşünceli, sevinçli, en önemlisi birbirimizin elini sımsıkı tutarak mutlu ayrıldık o akşam oradan. Üç küçük kese fotoğrafımızla birlikte…

Geçtiğimiz yıl yaşadığımız kaybımız nedeniyle bu sefer her konuda daha dikkatli olmamı istedi doktorum. İlk işim şantiyeyi devretmek oldu. Karnı burnunda bir şantiye şefi pek de verimli olamazdı. Bir de şantiye koşulları düşünülecek olursa, hele de çoğul gebelik için uygun olan en son yerlerden biriydi. Merkeze çekilen valiler gibi genel müdürüm beni de merkez ofise çekti. 6-7 aylık yoğun şantiye döneminden sonra bu değişiklik bir anda hayatımda geniş bir yer açtı. Bebeklerimizin haberi bile hayatımızı değiştirmeye başlamıştı.

8.haftayı bitirip 9.haftaya girdiğimiz günlerde birden sıkıntılar başladı, kanamam nedeniyle rutin takiplerin dışında incelemelere ve ek ilaçlara ihtiyacımız olduğu ortaya çıktı. O an çok da korkutmadı bu durum beni, daha sıkı takipte olmak fikri hoşuma bile gitti diyebilirim. Her ne kadar karşılaştırma yapmak istemesem de geçen seneki hamileliğimde hiç sıkıntım olmamasına rağmen olanlar beni bu sefer endişelendiriyordu ve sık takipler beni rahatlatabilecek tek şeydi. Bu haftaki kontrollerde bebeklerimizin ikiz olduğunu öğrendik. Diğer kesecik boştu. Her ikisinin de kalp atışlarını duyup rahatladık (bir süreliğine de olsa).

10.haftaya girdiğimiz ilk günlerde (10+1) arkadaşımla Bağdat Caddesinde geçirdiğimiz keyifli gün, karşılaştığım yoğun kanamayla kendimizi trafiğin elverdiği hızla Zeynep Kamil’de bulmamızla sonuçlandı. Acil’de bulunan doktorlar hemen hastaneye yatırmak istediler ama yoğun ısrarlarımla ve evde yerimden kıpırdamayacağıma dair verdiğim sözlerle beni 10 günlük bir raporla göndermeyi kabul ettiler. Normalde gebeliklerde tehlikeli dönem ilk üç ay olarak belirtilir ve 12.haftadan sonra düşük ihtimalinin %1’in altına düştüğü ve her geçen hafta daha da azaldığı bilinir. Benim geçen sene 23.haftada istatistiklerin en rahat dönem olarak gösterdiği zamanlarda bebeğimi kaybetmem nedeniyle bu sefer her gittiğim doktor daha dikkatli ve daha temkinli davranıyor hissettiğim kadarıyla. O gün nöbetçi doktor da devlet hastanesinde böyle bir durumla daha önce karşılaşmadığım için beni şaşırtan bir şekilde ne yapmam gerektiğini, nelere dikkat etmem gerektiğini, önümüzdeki günlerde nelerle karşılaşabileceğimi uzun uzun anlattı. Kendi doktorum da özel takibe başlamıştı zaten. O yüzden doktorlar açısından kendimi oldukça şanslı görüyorum bu dönemde, kimbilir belki de ufaklıkların şansıdır buJ 10.hafta ve 11.haftanın ilk günleri yatarak geçti. Bebeklerimizin sağlığı için her fırsatta dua ederek, biraz kitap okuyarak biraz tv, biraz dvd, bolca korku ve endişeyle geçti.  

11.haftamızda sıkıntılarımız geçince doktor kontrolünde izin de çıkınca 3 gün çalışma imkanım oldu. 12.haftaya detaylı kontrolümüzle başladık. 2’li testimiz diğer doktorumuzla yapıldı. Kan testi malum nedenlerden dolayı yapılamadı ama diğer tüm ölçümleri bebeklerimizin iyiydi. İlerleyen günlerde tekrar başa döndük. Acilde gece nöbetleri ve ikinci rapor dönemi geldi. SGK’da 10 günden uzun rapor verilemiyor ayakta tedavilerde, bu nedenle rapor peşinde de koşmanız gerekiyor bu gibi durumlarda. Her ne kadar yatmaya mahkum olsanız da “ayakta” tedavi statüsüne giriyorsunuz. 13, 14, 15 ve 16. haftalarımız da yatarak evde geçti.

17. haftada yine doktorumuzun kontrolünden sonra çalışmaya karar verdim. Aslında bu kararı almak da çok zordu. Hiç kimse bu konuda görüş bildirmedi. Doktorum dahil herkes senin kararın sen nasıl iyi hissedeceksen öyle yap dedi. Uzun süre eve kapalı kalmak ve sürekli endişelerle boğuşmak oldukça sıkmıştı canımı çalışmak istedim. Bu haftayı sorunsuz atlattık.

18.haftaya da çalışarak başladım. Tek sıkıntım öğleden sonra 2 gibi başlayan şiddetli bel ağrılarımdı. İnanılmaz bir ağrıydı ve oturmamı nerdeyse imkansız hale getiriyordu. Eve kendimi zor atıp uzanıyordum. Tek iyi gelen sırtüstü uzanmaktı. Trafiğe de kalmamak için işten erken çıkıyordum biraz. Çalışmak iyi geliyordu. Evden çıkmak, işe yaradığımı bilmek… evde yatarken yemek bile yapmaya kalkamıyordum. İnsan kendini yetersiz hissediyor, ne yapacağını bilemiyor. O kadar keyif aldığım kitap okumak bile artık keyif vermemeye başlamıştı.18+6. günümüzde tekrar başladı sıkıntılar. Acil doktor koşturmaları ve sayısız iğneler…

29 Mayıs 2012 Salı




Bu güzel haberi aldığımızdan beri kendimle savaş veriyorum. Bir yandan herkese duyurmak istiyorum bir yandan geçen sene yaşadığımız kaybı düşündükçe dilim varmıyor anlatmaya, paylaşmaya... Hayatımda ilk defa bu kadar nazarlardan korkar oldum. İçim kıpır kıpır, bir mucizeye şahitlik ediyor ve diyorum ki her anını anlatmalıyım, yazmalıyım ama inanın bırakın net üzerinden bir paylaşımı kimsenin okumadığı bir günlük bile tutamaz durumdayım. Korku, endişe belki annelerin hiç yanından ayrılmayan yoldaşları, bir bebek beklediğinizi öğrendiğiniz an hiç tahmin etmeyeceğiniz korkularla yüzleşmeye başlıyorsunuz. Daha önce yaşadığınız herhangi bir kötü olay da bu durumu körüklüyor ve sizin peşinizi bırakmıyor bir türlü. En azından bana olan bu... Şu an yaşadıklarım öyle iki uçta gidip geliyor ki, bir yerden bu salınımı kırmam gerek diye karar verdim. Bugün miladım olsun mu?

Uzun zaman oldu yazmayalı. Daha doğrusu geçtiğimiz yaz içimdeki boşluğu az da olsa doldurabilmek için çıktığım blog yolculuğunda bugüne kadar pek başarılı olamadım. Bir kez daha anladım ki, insan içinde yaşadıklarını sindirmedikçe, onlarla yaşamayı öğrenmedikçe ne kendisine bir faydası var ne de diğer insanlara. Ben kendi duygularımı tanımlayamazken, yaşadıklarımın üzerimde bıraktığı izlerin nelere yol açacağını bilemezken sizlerle bir şeyler paylaşmam oldukça zordu. Ya yüzeysel olacaktı paylaşılanlar, ya da uzun zaman aralıklarında az paylaşımlarla sınırlı kalacaktı. Benim yolum ikinci seçenekten geçti. Yazamadım, paylaşamadım, anlatmadım. Ne desem bilemedim… Anlatacaklarım vardı, yazacaklarım, yazarken içinde kaybolacağım kelimeler, yazdıkça uzayacak satırlarım ama hepsi kara bulutların ardından geliyordu. Öyle olmasın istedim, yazdıklarım mutluluk versin, hiç değilse az da olsa düşündürsün istedim. Ve durdum, bekledim… Şimdi hazır mıyım? Siz karar verin…

24.Şubat.2012 şantiyeye gitmeden sabahtan yakın bir kliniğe gidip kan verdim. Sonrasındaki 5 saat geçmek bilmedi. Sahadaki sorunlar, 5.bodrum katındaki ofisin soğukluğu ve insanı klostrofobik yapabilecek ışıksızlığı bile o gün beni bunaltmadı. Sonucu beklerken bir yığın gereksiz detayla oyalandım. Yine saatlerin akmayı reddettiği zamanlardandı. Öğlen arasında hemen çıktım sonucu almaya. Oturdum elimdeki zarfla bir sandalyeye, sonuç ne olursa olsun oturmanın en iyisi olduğunu düşünecek kadar da aklım başımdaymış. Defalarca bu anı yaşamış biri olarak en azından sayıların ne ifade edebileceğini kestirebiliyordum. Sonuç; oldukça yüksek bir rakam… Bebeğimiz geliyordu... Ardından haberi bekleyen diğer iki kişi olan eşimi ve doktorumu aradım. Onlarla konuşmaları sanki ben yapmadım. Haberi verdim ama onların dediklerini hatırlamıyorum bile. Sadece eşimin sesinin titrediğini… Sonrası bulutların üstünde gezen bir ben ve korkuların yere indirdiği diğer ben…

İlk adımı attım, sonrasını da ilerleyen günlerde yazmaya devam edeceğim. Artık paylaşacak güzelliklerim, mucizelerim var…

17 Ocak 2012 Salı

Bembeyaz

Dün akşam 5 dk'lık yere 2,5 saatte gitme çilesine, katlanarak artan doğalgaz faturalarına ve bu sabah işe ciddi geç kalmama neden olmasına rağmen seviyorum bu beyazlığı. Bembeyaz bir İstanbul sabahına uyandık bugün... Penceremden manzara böyleydi bu sabah...


Ve arabanın çözülmesini beklerken sokağımız sabah sabah kartopu savaşımızın dekoru oldu.   Evde kalıp pencereden bu güzellikleri doya doya bir fincan çay eşliğinde izlemek geçti içimden, sonra da yapılması gerekenler düştü aklıma birer birer. Sonuç; şantiyede kar içinde yuvarlanma hayalleri kuran mimar:)

7 Ocak 2012 Cumartesi

Umutlar, başlangıçlar, kararlar, kararsızlıklar...



2012'yi çok bekledim… 2011’in tüm sayfalarını doldurduğum ajandasını rafa kaldırdığımda beni bekleyen yeni senenin satırlarına dokunmaya başladığımda, en azından ilk heyecanı bana iyi geldi. İlk günlerimiz birbirimize alışmakla geçiyor. Tartıyoruz birbirimizi... O benden emin değil, ben ondan... Birbirimizi acıtmadan sevebilecek miyiz acaba? Ya da kolaylaştırabilecek miyiz birbirimizin yolunu bu sene?



Yeni seneye geçişim yine terazi dengesizliğinde ve kararsızlığında oldu. Aldığım yeni yıl kararlarının yazılı olduğu kâğıt yılın ikinci günü çöpü boyladı. Ardından yeni bir liste uçuşmaya başladı aklımda, kendimle baş başa kaldığım her an. Aslında bugüne kadar yaptığım hiçbir planı uygulamama müsaade etmeyerek bana plan yapmamam gerektiğini öğretmiş olmalıydı hayat. Gerçekleştirebilmemin hayatın insafına kalmış olduğu planlar yapmakla, hayatı geldiği gibi yaşamaya çalışarak savrulmak arasında kalıverdim. Sibel’in karar sarkacına özenip benzer bir alet aramaya koyuldum. Listeyi oluşturma aşamasında bile yaşadığım bu kararsızlık iş uygulamaya geldiğinde kim bilir ne taşınmaz yük olacak yine… Okunacak kitaplar, izlenecek filmler, yüksek lisans, şantiye mi beni yenecek ben mi onu ve ve ve… Konular arttıkça kararsızlık katsayısı katlanarak tavan yapıyor.

Alamadığım kararların en zoru bebek sahibi olmak konusundaydı. Geçen sene de çok isteyerek, tedavi görerek hamile kalmıştım. Tamamlamak kısmet olmadı. Doğumdan sonra O’nu cennete uğurlarken, ben bebeği kucağında olmayan bir anne olarak kalakaldım. O günden sonra hem anneydim hem değildim. Arafta kaldım... İçimde öyle bir boşluk açıldı ki, bildiğim, tanıdığım hiçbir şey bu boşluğu doldurmaya yetmiyor. Bu duyguyu yaşayan, yaşamayan herkesin bir sözü vardı bu boşluk üzerine. Sabırla dinledim. Çoğunlukla kendimi ifade edebilme telaşına girmedim. Beni anlamıyor olmalarıyla da çok ilgilenmedim. Bir süre sonra beni boşluğumla baş başa bırakıp, köşelerine çekildi herkes. Ben normale dönmüştüm ne de olsa. Artık boş gözlerle bakmıyordum, işime dalmıştım, yeni hayaller kurmaya, eski defterleri kapatmaya başlamıştım. Dışarıdan görünen manzara buydu. Her şey yoluna girdiğine göre boş laflara artık gerek kalmamıştı. Bugünlerde yeni yeni aslında söylenenlerin bir kısmının o kadarda boş olmadığını düşünmeye başladım. Yeni bir bebek, gideni unutturamaz, yerini dolduramaz ama yarım kalan anneliğimi yaşatabilir bana… Kendi küçük dünyasıyla benim ışığım olabilir… Evet artık bu fikir sıcak geliyor gelmesine de yeni tedavi süreci korkutuyor bu sefer de… Her şeye yeniden başlamak, sıfırdan tüm süreçlerden tekrar geçmekle baş edebilir miyim, bilmiyorum. Vücuda yüklenen ilaçlar, istenen istenmeyen müdahaleler, beklemeler, düşe kalka yürünen bir yol, boşa geçmiş sayılan zamanlar, hayal kırıklıkları ve her şeye rağmen bitmeyen umutla beklemek… Ne dersin yapabilir miyim?