Hayatımda kararsız kaldığım zamanlar o kadar çoktur ki ne bu
anların sayını bilirim ne de neden bu kadar kararsızlık çektiğimi hatırlarım.
Astrolojiye inanan burcun özelliği der, beni tanıyan senin tipik özelliğin der.
Kendimi bildim bileli birbiri arasında sarkaç gibi durmadan gidip gelebileceğim
2 hatta 3 konu bulabilirim. Bana hayat nedir diye sorsanız, kavşaklardan oluşan
bir yoldan başka bir şeyden ibaret değildir derim. Çoğu zaman da seçimi yapamam
etrafımı bıktırana kadar sorarım. O mu bu mu, bu mu o mu?
Yazdıklarımdan anlaşılmasın ki bir karar arifesindeyim.
Günlük, anlık kararlarım-kararsızlıklarım- dışında hayatımda çok büyük kararlar
vermem gereken bir dönem değil aslında. Sibel’in son yazısında yer verdiği bir
şiirdeki gibi: “Hiçbir şey yapmadan otur / Bahar gelir / Ve otlar kendiliğinden
büyür” İşte öyle oturasım, elimi hiçbir şeye sürmeyesim, günlerin, gecelerin,
mevsimlerin geçişini oturduğum yerden seyredesim var. Yapmaktan keyif aldığım,
ya da en azından tahammül edebildiğim şeyleri bile yapasım yok. Özellikle
insanlara karşı hiç toleransım yok. Bir bakışları, bir kelimeleri, en ufacık
bir hareketleri cinleri tepeme getirdiği gibi gitmelerine de tonlarca engel
koyabiliyor. Çekilmez bir haldeyim anlayacağın bugünlerde. Hani derler ya
lanet, nemrut…
Zaman zaman içinden çıkasım, kaçasım var bu durumdan, zaman
zaman da içine gömülesim, en derinine yerleşesim ve hiç çıkmayacakmış gibi
grilere boyanasım var. İşte bugünlerdeki kararsızlığım bu. Ne hayatın içine
girebiliyorum, ne de köşemde seyirci kalabiliyorum. İçimdeki karabasanları
yatıştırmayı başardığımda izlediğim haberlerle, yurdumda olanlarla tekrar
bürünüyorum siyahlara.
Tanju Okan yetişiyor imdadıma;
“Öyle sarhoş olsam ki / Bir daha ayılmasam / Her şey bir
rüya olsa / Unutarak uyansam”
Ama biliyorum ki unutamamak insana verilmiş en büyük
cezalardan biri…
Yaşadığım ikilemler böyle bir şey işte, bir yanım bundan önceki satırlarda olduğu gibi grilerde
kaybolurken bir yanım rengarenk kuşanmak istiyor dünyanın tüm renklerini...
Ellerimde hala sahip olduğum bir ömür var. Ne kadar
zamanımın kaldığını bilmediğim bir ömür… İşte bu gelgitler arasında yazık
ettiğim bir ömür… Yeterince çalışmadığımı, yazmadığımı, okumadığımı,
gezmediğimi, görmediğimi, sevmediğimi, sevilmediğimi, sevinemediğimi,
üzülemediğimi, doyasıya iliklerimde hissedercesine yaşayamadığımı düşündüğüm
bir ömür…
Bugünlerde oturup düşünüyorum… İstersen fırtına öncesi
sessizlik de, istersen yıkıcı bir hortum sonrası dağılmış evinde ne yapacağını
düşünen bir insanın çaresizliği de… Düşünüyorum ve düşünme zamanı uzadıkça
sabrımın sınırlarının zorlandığını hissediyorum. Delicesine bir şeyleri rayından
çıkarma, bir şeyleri de yoluna koymak isterken hareketsiz olduğumu ve
hareketlenmek için beklediğim şeyin ne olduğunu ve ne zaman geleceğini
bilememek sabrımı zorluyor.
Çok okuyucum yok biliyorum. Sesimi duyan çok insan yok. Ama
olur da yolun bu satırlardan geçerse bir ses ver belki beklediğim taşı atan sen
olursun…
Yazının tarihine baktım 24 Eylül Pazartesi.
YanıtlaSilBenim de aynı bu duygularla boğuştuğum zamanlar... 25 Eylül akşamı içimde sinmiş bekleyen sessizlik, fırtınaya döndü ve "gönüllü mola" diye bir yazı yazdım ben de bloguma... 26 Eylül'den başlayarak da doğum günüme kadar sadece kendim için yaptım ne yaptımsa...
Çok ama çok iyi geldi.
Bir daha bu kadar beklememeye ve kendimi hatırlamayı daha sık tekrarlamaya karar vererek döndüm hayata...
Şimdi nasılsın bilmiyorum ama mola vermeyi dene sen de istersen...
seni çok iyi anlıyorum .Kararsızlıklarım la boğuldum .öylece kalakaldım yaşamımın ortasında
YanıtlaSilHandan, belki karar veremiyoruz ama hayat sürüklüyor bir yerlere ve su akıp yolunu buluyor. Tek sıkıntı her zaman istediğin yere akmıyor. Paylaşmak istersen buralardayım artık.
YanıtlaSil